Kurulmuş bir makine gibi hem başını sürekli sallıyor hem de fısır fısır konuşuyordu. Ben karşısında oturuyordum ama onun başı bana çevrilik, gözleri başka yöne bakıyordu. Arada gülümsüyordu, gözleri parlıyordu. Sonrasında geriye kaykılıp gözlerini kapattı ve dinlendi...
Kaç kere bu sahneye şahit oldum!...
Bazen ne dediğini anlamak için daha yakınına oturdum. Dinlendiğini anladığı zaman son kelime sesli çıkıyordu ağzından ve kafası aynı biçimde öne arkaya sallanıyordu yine.
Dün akşamda fısıltıyla ''altı tane plastik çay bardağı altlığı aldım pazardan, çok güzeldiler, gittiğimizde gösteririm'' dedi. Hiç gidemeyeceği bilmediği evini düşünerek...
''Etaminlerimi hep topladılar. Türkevine götürdüler'' işlediği tüm el işlerinin müzede sergilendiğini zannederek!...
Hayırsız dayım ve onun pasaklı karısının sahip olamadığı yüzlerce antika... Yok pahasına satılmış ve parası içkiye yatırılmıştı. Tek oğlan olduğu için üzerine titrenilen dayım dedemin vefatından sonra sahip olduğu bıçakçı dükkanını batırmış, anneanneme sahip çıkmamıştı. Sonrasında kızlar dedemden kalan emekli maaşınada el koyunca önce delirmiş, sonrada bizlerle irtibatını kesmişti.
Bu yüzden on yıldır dedemin mezarında kemikleri sızlıyordur muhakkak.
Dün akşam anneannemin fısıltılarına kulak kabartmışken bunları düşündüm. Sakat tek koluyla dedemin sağlığında subörekleri yapar, baklavalar açardı. Şimdi sadece ölümünü mü bekliyor!?
Bir kaç gün sonra İzmirdeki teyzemin yanına gidecek. Kışları teyzem, yazları annem bakıyor. Yeri yurdu olmayan çocuk gibi. Elinden tutulup kim nereye götürürse.
Anneannem; ailemizdeki son koca çınar!
Anneannemle ilgili daha önce yazmış olduğum yazı:
ZEHRA HANIMIN NALINLARI...

İki katlı bu ahşap binaya uzunca, parke taşlarlarla kaplı, Burdur Ulu Camiinin yanında ki ilk sokaktan dönünce ulaşırdık. Yeni Burdur'un havasından ayrı bir eskitme havası vardı bu sokakların. Birkaç küçük semerci dükkanı, nalıncı Osman Amca'nın dükkanı, manifaturacılar bu sokağın devamlı sakinleriydi o zamanlar.

Birde saat kulesi ve Ulu Cami eşlik ederdi bu parke taşlı sokağa. Her saat başı, yankılanırdı ”dan…dan” sesleri ve namaz vaktinin habercisi ezan sesleri...

Ahşabın bütün mütevaziliği her iki katınada yansımıştı evin. Üst kata çıkıldığında geniş bir salon karşılardı, duvarında kahve içen kadınlar temalı bir duvar halısı, antika bir komidin, üzerinde bordo renk üzerine yaldız işlemeli cam lambalar, bir kenarında yine bordo renginde ahşap kakmalı sandalyeler…
Salondan diğer odaya açılan kapı ise evin misafir odasıydı. Yine ahşap çeyiz dolaplarının bulunduğu bu oda, el işi danteller ve kaneviçelerle süslü, doldurulmuş hasır yastıkların süslediği sedirlere çevriliydi.
Biz üst katta kalırdık, anneannem sabah ezanıyla uyanırdı. Derin sessizliğe bürünmüş ev ezan sesi ve saat kulesinin seslerine kulak verirdi. Tabi ki bizde…

Bir de öyle bir ses vardı ki, o esasında anneannemin uyandığının habercisiydi. Ayağında nalınlar olduğu halde anneannem ahşap trabzanlara bile dokunmadan kibarca yukarı çıkardı. ”Takıdık, takıdık….takı..tak.., ''Zehra Hanım geliyor, şimdiiii!.. soğuklukta ki (balkon) çiçeklerini sulamayaaa…!”
Aslında nalınların demek istediği buydu o zamanlar. Biz yanlış anlardık, sabah sabah ne bu gürültü diye hayıflanırdık.
1982 de yine yarı yıl tatilimizi geçirmek için gittiğimiz bir dönemde ev, gecenin karanlığını saran kırmızı alevlere teslim oldu. Bu sokakların öyle bir özelliği vardı ki evler birbirine bitişik bir vaziyette ve daracık sokaklara yapılandırılmış bir haldeydi. Yan komşunun evinde çıkan yangın, anneannemin evine de sıçramıştı. Ne yazık ki daracık sokaklarda kendine güç bela yol açan itfaiye yangını söndürmekte geç kalmış, herşeyin kül olmasına kimse engel olamamıştı. Biz, karşıdan korkuyla alevlerin evi esir alışını izlerken eskiye ait ne varsa bir bir yitip gidiyordu.
Osmanlı mimarisini taşıyan ahşap ev, içinde ki tüm antikalar, çocukluğuma ait tüm anıların kalesi ve nalınlar...
O günlerden sonra anneannem hiç nalın giymedi ayağına. Zaten ne o nalıncı Osman Amca kaldı nede başka nalın ustası. Sadece Ulucamii çadırvanını süsledi o eski nalınlar.