.

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE&HER TÜRK ASKER DOĞAR

30 Ekim 2010 Cumartesi

ÇOCUKLARIMIN BÜYÜKANNEANNESİ

  
     Kurulmuş bir makine gibi hem başını sürekli sallıyor hem de fısır fısır konuşuyordu. Ben karşısında oturuyordum ama onun başı bana çevrilik, gözleri başka yöne bakıyordu. Arada gülümsüyordu, gözleri parlıyordu. Sonrasında geriye kaykılıp gözlerini kapattı ve dinlendi...
   Kaç kere bu sahneye şahit oldum!...
Bazen ne dediğini anlamak için daha yakınına oturdum. Dinlendiğini anladığı zaman son kelime sesli çıkıyordu ağzından ve kafası aynı biçimde öne arkaya sallanıyordu yine.
    Dün akşamda fısıltıyla ''altı tane plastik çay bardağı altlığı aldım pazardan, çok güzeldiler, gittiğimizde gösteririm'' dedi. Hiç gidemeyeceği bilmediği evini düşünerek...
''Etaminlerimi hep topladılar. Türkevine götürdüler'' işlediği tüm el işlerinin müzede sergilendiğini zannederek!...
    Hayırsız dayım ve onun pasaklı karısının sahip olamadığı yüzlerce antika... Yok pahasına satılmış ve parası içkiye yatırılmıştı. Tek oğlan olduğu için üzerine titrenilen dayım dedemin vefatından sonra sahip olduğu bıçakçı dükkanını batırmış, anneanneme sahip çıkmamıştı. Sonrasında kızlar dedemden kalan emekli maaşınada el koyunca önce delirmiş, sonrada bizlerle irtibatını kesmişti. 
     Bu yüzden on yıldır dedemin mezarında kemikleri sızlıyordur muhakkak.
     Dün akşam anneannemin fısıltılarına kulak kabartmışken bunları düşündüm. Sakat tek koluyla dedemin sağlığında subörekleri yapar, baklavalar açardı. Şimdi sadece ölümünü mü bekliyor!?
     Bir kaç gün sonra İzmirdeki teyzemin yanına gidecek. Kışları teyzem, yazları annem bakıyor. Yeri yurdu olmayan çocuk gibi. Elinden tutulup kim nereye götürürse.
      Anneannem; ailemizdeki son koca çınar!


Anneannemle ilgili daha önce yazmış olduğum yazı:

ZEHRA HANIMIN NALINLARI...



  Her sömestir tatilinde, anneannemin eski Burdur sokaklarında bulunan, eski ama tarihi evine misafir olurduk.


İki katlı bu ahşap binaya uzunca, parke taşlarlarla kaplı, Burdur Ulu Camiinin yanında ki ilk sokaktan dönünce ulaşırdık. Yeni Burdur'un havasından ayrı bir eskitme havası vardı bu sokakların. Birkaç küçük semerci dükkanı, nalıncı Osman Amca'nın dükkanı, manifaturacılar bu sokağın devamlı sakinleriydi o zamanlar.





Birde saat kulesi ve Ulu Cami eşlik ederdi bu parke taşlı sokağa. Her saat başı, yankılanırdı ”dan…dan” sesleri ve namaz vaktinin habercisi ezan sesleri...





Ahşabın bütün mütevaziliği her iki katınada yansımıştı evin. Üst kata çıkıldığında geniş bir salon karşılardı, duvarında kahve içen kadınlar temalı bir duvar halısı, antika bir komidin, üzerinde bordo renk üzerine yaldız işlemeli cam lambalar, bir kenarında yine bordo renginde ahşap kakmalı sandalyeler…


Salondan diğer odaya açılan kapı ise evin misafir odasıydı. Yine ahşap çeyiz dolaplarının bulunduğu bu oda, el işi danteller ve kaneviçelerle süslü, doldurulmuş hasır yastıkların süslediği sedirlere çevriliydi.


Biz üst katta kalırdık, anneannem sabah ezanıyla uyanırdı. Derin sessizliğe bürünmüş ev ezan sesi ve saat kulesinin seslerine kulak verirdi. Tabi ki bizde…





Bir de öyle bir ses vardı ki, o esasında anneannemin uyandığının habercisiydi. Ayağında nalınlar olduğu halde anneannem ahşap trabzanlara bile dokunmadan kibarca yukarı çıkardı. ”Takıdık, takıdık….takı..tak.., ''Zehra Hanım geliyor, şimdiiii!.. soğuklukta ki (balkon) çiçeklerini sulamayaaa…!”


Aslında nalınların demek istediği buydu o zamanlar. Biz yanlış anlardık, sabah sabah ne bu gürültü diye hayıflanırdık.


1982 de yine yarı yıl tatilimizi geçirmek için gittiğimiz bir dönemde ev, gecenin karanlığını saran kırmızı alevlere teslim oldu. Bu sokakların öyle bir özelliği vardı ki evler birbirine bitişik bir vaziyette ve daracık sokaklara yapılandırılmış bir haldeydi. Yan komşunun evinde çıkan yangın, anneannemin evine de sıçramıştı. Ne yazık ki daracık sokaklarda kendine güç bela yol açan itfaiye yangını söndürmekte geç kalmış, herşeyin kül olmasına kimse engel olamamıştı. Biz, karşıdan korkuyla alevlerin evi esir alışını izlerken eskiye ait ne varsa bir bir yitip gidiyordu.


Osmanlı mimarisini taşıyan ahşap ev, içinde ki tüm antikalar, çocukluğuma ait tüm anıların kalesi ve nalınlar...


O günlerden sonra anneannem hiç nalın giymedi ayağına. Zaten ne o nalıncı Osman Amca kaldı nede başka nalın ustası. Sadece Ulucamii çadırvanını süsledi o eski nalınlar.



28 Ekim 2010 Perşembe

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE

SEN GİDELİ!...

    Sen gittiğinde yine mevsim sonbahardı..
    Sen gittiğinde aylardan ekim, ekimin 29 u idi.
    Bundan 6 sene evvel Ramazan ayına denk gelen mübarek günlerdi..
    Sen gittiğinde Levo ufacıktı. Alpişin bayram kutlamalarından gelmiştik.
Yola düştüğümüzde yağmur vardı.
     Sen gittiğinde! Öldüğünde demeye dilim varmıyor ki!
''gittiğinde'' deyince bu hiç dinmeyen hasret sanki bitecek gibi geliyor.
       Döneceksin gibi geliyor...

       Bak! Bu sene yalnızım ben. Sağ olsaydın muhakkak gelir kalırdın benimle. Birlikte gözlerdik oğlunun yolunu, bir tek hasretliğim o olurdu.

       Bugün yine Cumhuriyet Bayramı..

      Coşkum gözyaşlarıma karışıyor.

(Babammm! dediğim kayınpederim için)

27 Ekim 2010 Çarşamba

BİR DAĞINIKLIK HİKAYESİ

     Burası benim evim...
     Dağınık evim! Dağınık mutfağım! Dağınık tüm odalarım.
     Bu darmadağınıklığın içinde bir ben dağınık değilim.

     Mutfağın dağınıklığına aldırmadan demlediğim çayım,
     Bir kaç bulaşık kimin umrunda!
     Oh mis gibi, iyi gidiyor yağan yağmurda.

     Burası benim evim...
     Dağınıklığım, darmaduman ettiğim eşyalarım!
     Bu kez topladığım bedenim ve aklım!
     Bu darmadağınıklığın içinde bir ben dağınık değilim.

     Bilirim kendimi dağıtıp, evimin derli toplu hallerini
     Sisli havaya gömerdim gönlümü
     Sis örtecek mi sanırdım bilmem ki bu miskinliği
     Ya bu bozuk!düzen açacak mıydı gözümü?

      Burası benim evim...
      Bu kez dağınık evimde, bir ben derli topluyum.

      İnsanın hayatta bir amacı olmalı. Meşguliyetleri olmalı, bu meşguliyetlerle oyalanıp mutlu olmalı.
Yağmur bana sisli dağlarımı hatırlatıyor. Karadenizin güneş görmeyen, güneşi bana göstermeyen günlerini.
Beni üzenler, kalbimi kıranlar yok artık. Hepsine olan kinimi temizledim birer birer. Allaha havale ettim onları.
       Sabah 6.30 da başlayan gün gece 22.30 da bitiyor. Eskiden öğlene kadar uyurdum hatta bazen öğleden sonraya kadar. Şimdi çocuklarla çıkıyorum evden. Havanın soğukluğuna aldırmadan yürüyüşümü yapıyorum. İşte bu bana iyi geliyor.
       Eve gelip evimi topluyorum, öğlene yemek yapıyorum, çocukları ve bir tane ekmeğimi almak için çıkıyorum. Zil çaldımı güle oynaya evimize...
       İştahla yemeklerini yiyorlar. Alpişin boyu uzadı ve Levo kilo aldı. Artık eskisi gibi ateşlenmiyor, bademcikleri şişmiyor.
     Onlar için yürüyerek markete gidiyorum. Tüm alışverişim onlar için. Ne seviyorlarsa, neler onlara faydalıysa.
      Onlar okuldan geliyor evim şenleniyor. Levoya ödev yaptırmak biraz problem oluyor ama olsun onunla uğraşmayı seviyorum.
Dün akşam uzunca bir parçayı sırf oda keyile yazsın diye başka bir deftere el yazısıyla bende yazdım:) Yorulduk ikimizde.
Biraz hikaye kitabı okuduk yatmadan önce. Hemen uyudurlar keratalar, ben gibi.
Gece bir ara gözümü açtım ki abicik yastığı kapmış gelmiş yanıma. Ohh mışıl mışıl uyuyor. Sarıldım, sıkıca örttüm üzerini, sabaha sırtım tutulmuş vaziyette uyandım:)
Spor yaparken açıldı çok şükür.
     Saat 11 oldu, çayım bitti. Bi gayret geldi ki dağınıklığı toplayayım gari:)
Hocanım (annem) aradı, çarşıda işi varmış anneanneyi bana bırakacak.

Ooooooo hadi Newbahar hızlan hızlan!

                                                                                    muhabbetle

25 Ekim 2010 Pazartesi

Konferans ve Reklam!



    Kalp kalbe karşı...

    Ayne öyle be ya! Dostu düşünürken dost aradı, aklımda kalan şen kahkahalar.

    Grip destursuz girmişken açamadığım gözlerimi anca araladım. Kafam kazan gibi, ortalık bulamaca dönmüş toplanmayı bekliyor. İyiki dün bu kadar kötü değildim yoksa nerden giderdim konferansa.

     Üstün Hocanın Küçük Şeyler Akademisi adlı okul öncesi eğitim veren okulları varmış. Yarım saatlik slaytla bu okulların inciğini cıncığını öğrenmiş oldum.

      Üstün Hocanın neler anlattığını uzun uzadıya anlatmak istemiyorum. TRT de yayınlanan küçük şeyleri izleyenler zaten biliyorlardır. Bildiğimizin dışında pek bişey öğrenemedim desem!

Hatta Üstün Hoca klasik barbunya anısını yine anlatınca şaştım kaldım desem!
 (Alttaki yazıyı int.ten buldum. Her konferansta anlattığı gibi aynı konuları, aynı örneklerle bizlerede anlattı)

Davet her davet eden bayan için birçok hazırlık çalışmasını gerektirir. Barbunyasız davet olmaz. Korkulur aksinden. Ama her defasında kimse yemez kalır, o başka. Belki davet için mantı da yapılmışır. Misafirler gelir. Mantı sunulur. Etli yemek, salata, pilav vs. yenir. Arada bir hanımın sesi duyulur „barbunya da var“, davetlilerden yanıtlar eşzamanlı geldiği için söylenilenler pek anlaşılmaz. Yemek biter, sofra toplanirken veya davetliler gittikten sonra evin hanımı düşünceli „bu da yenmedi“ veya „canim barbunyayı kimse yemedi“ der.



Ertesi gün sabahtan propoganda başlar „akşama barbunya da var“ der hanım.


Başka bir davet hazırlıkları: Hanım davet hazırlıkları yükü altındadır, ateş püskürür. Erkek tanır, zamanında arazi olur, ateş menzili dışina çikar. Çocuklar henüz tam alışmadıkları için ilk azarı işitirler „basmayın oraya! “. Oturmak isterler „oturmayın! “ havada mi kalsınlar?


Hazırlıklar biter veya bitmez, davetliler gelir, yemekler iyi olmuştur, evin erkeği coşar o da bir katkıda bulunarak başarının daha da büyük olmasına hizmet arzusuyla „sütlaci da getir çok iyi olmuştu“ diye iki üç gün önce yapılmış ve belki iki kişiye yetecek miktarda artmış eskimiş sütlacı sunmaya kalkar. Bu ev hanımına o anda indirilen bir darbedir…

Bir de tuvaletlere eskort yapılır ki, bunu ne amerikada ne de avrupada görebilirsiniz. 40 yaşindaki adamla tuvaletin kapısına birlikte gelinir, hatta tam kapı kapanırken itilerek açılir bir baş uzanır ve sabun veya havlunun nerede olabileceğinı gösterir. Zira ev sahibi yardım etmezse bir şey eksik kalır korkusundadır.


Şu bi gerçek ki kadınlara ve eşitliğe önem veriyor. Bu yüzden salonun yarısından fazlasının erkek olmasını dilerdim.
         
                   
     Güldürdü, düşündürdü. Alkışlandığı zamanlarda sağ elini göğsünün üzerine koyup, mütevazi tavırlarla kafa salladı ve gülümsedi.

      İyiki gitmişim.

      İnsanlarımız konferansa gitmeyi bilmiyorlar. Kapanmayan cep telefonları iğrenç zil sesleriyle çaldı ara ara.
Ben muhakkak okul toplantılarına, doktora vs yerlere giderken telefonumu kapatırım. Hatta otobüslerde açık olmasına izin verilirken ben yine kapatırım. Ne alemi var dimi milleti rahatsız etmenin!?

     Velhasıl Üstün Dökmen bize lazım. Gitmek lazım, dinlemek lazım. Hatta Paranız pulunuz varsa ve bulunduğunuz şehirde Küçük Şeyler Akademisi varsa çocuklarınızı göndermeniz lazım!

     Güzel bir hafta dilerim herkese.

  

23 Ekim 2010 Cumartesi

Newbaharca

      Güzel şeyler oluyor hayatımda. Yarında güzel bir gün olacağını umut ediyorum. Bundan 6-7 ay önce böyle düşünmezdim. Hatta geçen sene bu zamanlarda da..
       Yarın şehrime Üstün Dökmen geliyor. Oğluşun gittiği dershane davet etmiş. Biz velileri özellikle arayıp davet ettiler, Newbahar mutlu oldu.

Bu şehir beni seviyor, bende şehrimi!!

        Yalnız gitmek yerine, yanımda birileride gitsin, görsün, faydalansın istiyorum.
      
         Bizim Hocahanım (annem) ilk görtürmek istediğim kişi. Annemin böyle bir daveti kaçırmayacağından öyle eminim ki!

---Annecim, Pazar günü benimle Üstün Dökmenin konferansına gelir misin?

---Gelirdim ama o gün günümüz var.

     Benim güne gelmeyeceğimi bildiğinden beni davet etmiyor ama o gün, gün olmasınada üzülüyor.

     Ufaklığın öğretmenini arıyorum. Gelmek istiyor ama açık kapı bırakıyor. Hele o gün gelsin bi. İnşaallah gelirim diyor.
(Pek umudum yok, içime doğuyor gelemeyeceği)

       Az önce tam öğretmeni düşünürken tel. çaldı. Öğretmenimizin annesi yarın Kurban Bayramı için yufka edecekmiş. Bizim öğretmen ekmek pişirmek için bir yere gidemezmişş:(

        Üzüldüm.

        Hala kızını arıyorum sonra. Çalıştığı için tek pazarları boş. Benimle gelip gelmeyeceğinden pek emin değilim ama yinede soruyorum.

---Fatoşşş, benimle konferansa gelir misin?

     Sevindi ve sanırım gelecek.

     Kimse gelmezse ve kapımı çalmakta olan grip içeri girmezse gideceğim. (Ne olur Allahım, lütfeeen, çok istiyorummm)

      Çarşamba okulumuzun kermesi var. Veliler pasta, börek yapıp satacaklar. Bende dahil:) Satmayı bırakıp tüm çocuklara ikram etmezsem iyi...

       Gün boyu uyuduktan sonra dağ gibi ütüyü yapma zamanı artık.

       Yarin gelmesine son 15 gün.

       Özledi ve çoook özledik.

19 Ekim 2010 Salı

ISLAK KALDIRIMLARIN HİKAYESİ

                                                                       
                               

Islak kaldırımların hikayesidir bu...

Her yağmur damlası bir nefeslik ömür misali. Düşene kadar bütün ömür, bütün yaşanmışlıklar...

Adımların çıkardığı sesler kadar nahif, sesler kadar melodilidir hayat dediğin...

Dalgın dalgın adımlıyorsan eğer, sanat müziği güftesi kadar huzurludur kaldırım...

Acelen varsa, bateri çalgıları kadar sert ama bir o kadarda hisli karşılık verir sana.

Islak kaldırımların hikayesidir bu,

Adımlar ve ıslak kaldırımların paylaştığı bir ömür hikayesi. Sen anlatırsın yüreğini, kaldırımlar dinler ve başlar binbir çeşit ezgilerin fısıltısı yeryüzünde.

Kavgalıysa yüreciğin, hırçınlaşmışsa ahmak ıslatan yağmurları gibi, öyle bir adımdır ki yere vuran, hıncını kaldırımdan almak ister gibi vurur davula tokmağı misali...

Tokmak kesilir pabuçların, davul kaldırımlar...

Hasreti gömüpte gönlüne adımlıyorsan, bir türkü olur, uzar gider sılaya doğru, yağmurun viran sesine eşlik eder her adım, her adımda ayrı bir çığlık!..

Yandıysan aşkın narında; yandın arkadaş!..

Bastığın yer kaldırım olsa kaç yazar! Aklın göklere yücelmişse eğer, usuldan usuldan sevdaya dair ne çıkarsa bahtına, sen çalarsın gönlünce.

Hazan değiyorsa düşlerine, düşlerinde yağıyorsa yağmurlar, yağmurlar sen oluyorsan sen de anlat...

Islak kaldırımların hikayesiyle buluşsun Hazan Yağmurları.



NEWBAHAR






10 Ekim 2010 Pazar

UMUDA DALSAM


 
 
Ilık sonbahar esintisinde,
O, var olduğunu bildiğim tahta kapıdan...
yine, o var olduğunu bildiğim
iki koca ceviz ağacının bulunduğu bahçeye
dalsam,
usul usul...
Son yaprak daldan düşmeden!

Yerlerde ki binlerce sarı, kahverengi yapraktan
Biri olsam!
Savrulsam, savruldukça kaybolsam!
Hiç olmadı, öylece dursam.
Güneşe kaldırsam başımı, gözlerimi kırpıştırsam,
Işık hüzmelerinden bir hüzme olsam,
Olsamda yok olsam!

Ilık sonbahar esintisinde ben olsam.
Avuç avuç kucaklasam yorgun yaprakları,
Savursam...
Onlar savruldukça ben dağılsam!
Dağıldıkça çocuk olsam, oynasam.

Babamın testereyle raksına dalsam,
Odun kokusuna hayran kalsam
Tüm odunlar ben olsam!
Ama hep babamın elinden tutsam.

Ilık sonbahar esintisinde hayale dalsam...
Hayallerimde yapraklar ve sen olsan,
Son yaprak daldan düşmeden
Bana dönsen, bana gelsen
Ölesiye bende kalsan.



                       Newbahar


     Doğup büyüdüğüm kasabanın sonbaharları...
Evimizin bahçesinde iki koca ceviz ağacı ve altında oynayan bizler. Sararmış, dökülmeye yüz tutmuş yapraklar arasında rüzgarın dansı başlayınca babam testeresini alır, almış olduğu odunları özenle parçalara ayırırdı. Kış boyu bahçeden birlikte odun çıkarırdık eve.
      Ne o bahçeyi, ne o odun kokusunu ne de o sonbaharları unuttum.

      Odun kokusu babam demekti, babam sonbahar!

      Ve çocukluğumun en güzel mevsimiydi babam.







Farid Farjad - Solo Keman

9 Ekim 2010 Cumartesi

NEWBAHARCA


Saat 15 suları otobüsün yüzüme güneş vurduran camından dışarı bakarken uykum geldi. Kucağımda ufaklık, başımı sırtına yasladığımda ''anneee uyuyor musun'' dedi.

Şehir kalabalık, otobüsler tıklım tıklım. Bu şehri ve bu kalabalığı ne kadar çok özlemişim.

Daha önce üç senemi geçirdiğim sisli ve kasvetli Karadeniz dağlarından arkadaşlar geldi. İki gecelik misafirliklerinde şehri dolu dolu gezmeye gün yetmedi. Ve havaların soğuması bizi akşam turlarımızdanda etti.

Umarım memnun kalmışlardır. Ben onların gelmesine çok sevindim. Dün akşamda 2003 de beraber görev yaptığımız bir arkadaş uzun yıllardan sonra aradı. Meğer yakında bir ilçeye gelmişler. Muhakkak görüşelim dedik. Aranmak ve ziyaret edilmek ne güzelmiş, unutmuşum bu kadar sevinmeyi.

Hani sevgili Ecehan ''bir enerjik, bir enerjik'' ya son günlerde:) Bende da aynı enerji. Sabah erken kalk, çocuklara kahvaltı yaptır, okula gönder, yürüyüşe çık, evi toparla vs. vs...
Öyle kaptırmışım ki kendimi bugünde erken kalktım. Oğluşu dershane için kaldırdım ve gönderdim. Hava nasıl soğuk nasıl soğuk kışlık montlarını çıkarmak zorunda kaldım.

Yarım saat sonra oğluştan telefon:

--Anneeeee! ne oldu bil. Çok şaşıracaksın. Benim bugün dershanem saat 11.30 daydı amaaaa!

__Haydi atla gel annecik, kahvaltıya yetiş emi:))

Yaaa işte böyle hayat hızlı, Newbahar hızlı ve hızını alamıyor..

Şimdi ufaklıkla ödev zamanı. Abicik dershaneden geldi, çayım demlendi yanında taze pişmiş kekim. Babiş aradı 17 gibi uğrarım diye. Torunlarını özledi sanırım:)

Ha! arkadaşlar dediler ki;

Newbahar ne kadar neşelisin, ne kadar hareketli. Yüzüne can gelmiş sanki. O kasvetli, dalıp dalıp giden Newbahardan eser yok.

Evveeettt, Kapalıkapılar (eşim), yok ama biz mutluyuz. Küçük sevgililerim yetiyor bana. Ve son bir ay..
Kocacık gelecek(İnşaallah)

6 Ekim 2010 Çarşamba

ONUN/ONLARIN ARABASI VAR...

    

     Küçüktük, henüz okula dahi gitmiyorduk. Babam Hürriyet gazetesinin verdiği araba kuponlarını biriktirirdi.
Babaannem her gittiğimizde ''babana araba çıkınca, bizi şehre götürür'' derdi
Ne bize araba çıktı, nede çıkanı gördüm. Kime çıkardı ki o 80 li yıllarda arabalar?

        O zamanlar çok zor muydu araba sahibi olmak bilmem ki! Çift maaş, her ay başı alınan altınlar, ve altınların birikimiyle alınmış elden düşme bi renault steyşın anca ben 4. sınıftayken alınabildi.

Gece gece nerden mi aklıma geldi bu? Bugün çocukları okula bırakırken yanımdan geçen arabalar okulun öğretmenlerine aitti. Hatta bayan öğretmenler altlarında modelli arabalarla geldiler.
Bayanların trafiğe çıkması hep hoşuma gitmiştir ama bir yandanda düşündüm ya artık arabalar çok ucuz, yada o arabayı alacak güçte vatandaş.
         
        Benim öğretmen babacığım araba kuponlarına talim etti yıllarca, bir umut dedi belkide!

Emekli olalı yıllar oldu ama şimdi de altında külüstür bi lada samara var. (Resimdeki arabadan daha kötü:)

       Adamın hevesi kaçtı zahir!

        Benimde hevesim yok. Babam arabamızı ilk aldığı zamanlar illaki bende kullanacam diye direksiyona geçerdim. Ova yolunda azda olsa babam arabayı bana verirdi.
        Şimdi ne araba kullanmaya, ne de son model arabaya hevesim var.

Altı üstü dört teker, sen nereye istersen o çeker.

                                                       muhabbetle

5 Ekim 2010 Salı

EL Mİ YAMAN BEY Mİ YAMAN...

      

       Geldik geleli okul idaresiyle çatışmalarımız bitmedi. İki haftadır gri pantolonla okula giden oğluşa nihayet lacivert bir pantolon alabildim.
Pantolonu aldığım esnafa pantolonu aldıktan sonra müdürün selamını söyledim çok afedersiniz k.çlarıyla güldüler...

--Yıkanmış, kullanılmış ve paçaları düzeltilmiş pantolonu alamayız dediler.

Problemler bitiyor mu, yahut okulun istekleri!

Bu kezde oğluşa okulun kendisine ait eşofmanı alması için baskı yaptılar. Kılık kıyafete önem veren müdürümüz sanırım okulu askeri okul belledi.
Tek tip kıyafeti yalnız askeri okul öğrencileri ve askerler giyer çünkü.

          Piyasa değeri 20 lira olan eşofmanı 45 liraya kakalamaya çalışıyor velilere. Eşofmanımız olduğu gibi o parayı ikinci bir eşofman almak yerine oğluşa test ve yardımcı kitaplar alırım daha iyi diye düşünüyorum.

          Öğlen saatlerinde yine internetin başındayım. Bu kez il milli eğitimin resmi web sitesini arıyorum.

Hımmmm...il milli eğitim müdürü, i.m.e müdür yardımcıları...(ooo ne kadar çoklaaarr)

Ooooo pek çokda şube müdürü var. Acaba bunlardan hangisi orta öğretime bakıyor???

     Tek tek bakıyorum, hepsinin ilgilendiği ayrı ayrı konular var.

--Hah! bulduuum tam aradığım adam! Görevi Okul içi Beden Eğitimi ve spordan sorumlu Şube Müdürü

Hemen cep telefonuma sarılıyorum ve milli eğitim sürekli meşgul:(
Vazgeçmek yok Newbahar ha gayret!
Ve dahili numarayı tuşladıktan sonra bir beyefendi ''buyrun'' diyor.

--Ben Okul içi beden eğitimi ve spordan sorumlu şube müdürü ..... ile görüşecektim.

--Bağlıyorum. Ama müdür bey meşgul çalıyor 5dk sonra yine arayın.

      5 dk.ka geçmek bilmedi oooffff
       Ve nihayet şube müdürü karşımda:)

--İyi günler deyip kısaca durumu açıklıyorum. Ve soruyorum böyle bir yönetmelik var mı, almamız mecburi mi?

--Haayıııırr, kesinlikle böyle bir zorunluluk yok. Eğer sizi bu konuda zorlayacak olurlarsa benimle bizzat görüştüğünüzü söyleyin müdüre. Ve sakın eşomanları almayın.

--Çok teşekkür ederim ilgilendiğiniz için. İyi günler

3 Ekim 2010 Pazar

HASRET HASRET OLALI...



Hasret!...
Adının güzelliğinden çok, ağır manalar taşıyordu kimliğinde.
Hasret, hasret olalı dillerden düşmüyordu. Nice ruhlar vardı ki hüzzam makamının her notasına hasreti iliştirmişti.
Hasret hasret olalı, gönüllerden çıkmıyordu.
Nice canlar vardı ki vuslat kapıları sonuna kadar kapanmıştı. Hasret, ateşten kor kapının kilidi olmuştu çoktan.
Hasrete dair ne satırlar, ne söylemler, ne maniler, ne şarkılar yazıldı ve söylendi kimbilir? Herkes kendi payına düşeni, gönlüne yakışanı buldu...


Gönüle yakışır mıydı hasret? Hasret acıydı, hüzündü, nefretti...
Yanık bir hasret izi çiziyordu vücut!
Hasretin bakışlarında ki yokluk!
Yokluk olsa iyiydi be dostlar, kimileri vardı ki koskoca bir boşluk!


Dönmeyecek olana biçilen hasret umutsuzluğun, imkansızlığın resmini çiziyordu tuvale.
Hasret hasret olalı adından utanır olmuştu.
Minik bir beden dünyaya merhaba dediği gün hasret etiketiyle yaftalanıyordu. Hasret! hasret diye çağrılırken önünde kimbilir nice hasretler yol çizmişlerdi kendilerine...
Hasretin adı güzeldi lakin manası ağır bir yük taşıyordu!


Hasret adıyla beslenen beden dünyadan göçerken dahi, nice ademoğlu hasret hançerini saplıyordu göğsüne.
Ruhun hasreti silinirken o anda, kalanlar için azap dolu vuslatsızlık hikayesi başılyordu.
Hasret hasret olalı toprağa sığmıyordu.
Ne toprağa, ne okyanusa, ne semaya...


Hasret, dile güzeldi söylemesi...


Hasret hüzzama çalındı mı güzeldi dinlemesi...


Hasret, yüreği dağladı mı!


Yandın arkadaş, eyvah ki ne yandın!






Hasreti üzerime etiketlemeyin dostlar, yoksa çok daha ağır gelecek!...