.

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE&HER TÜRK ASKER DOĞAR

27 Ocak 2010 Çarşamba

GELİN- 1


           
          Kadın, bir kez daha beyaz örtüyle uyandı bugün. Kestane ağaçlarının gri tonu beyaz bir hatla dahada belirginleşti, manzaranın enfes üşümüşlük kokusunu içime çekmek için çıktığı balkonda, üşümüşlüğe alışık ruhu ve bedeni, onu aldı yıllar öncesine götürdü ...

          Afyon'un kara kışına bir kat daha kara kış eklenmişti yılbaşı öncesi. Toprak damlardan, kardan çökmesin diye kürünen karlar evlerin boyu kadar tepeler oluşturuyordu nerdeyse.
           Dışarının keskin soğuğuna rağmen ahır sıcacıktı. Sıcacık ve samra kokulu. Bu kokuya bile alışmıştı ki gelinin burnu, tek alışamadığı hasretlikti...
          El arabasına dolan inek dışkılarını ite kaka gübreliğe taşıdı. Yazmasının oyaları önce ıslanıyor sonra donuyordu. Keskin bir kömür kokusu vardı havada, evlerde yanan kuzine sobaların tütsülediği.
          Sabahın er saatleriydi, akşama yapılacak daha çok iş vardı her zamanki gibi. Ahırdan çıkar çıkmaz kayınvalidenin sağdığı sütü ocağa koydu. Neyseki gelinden daha kıymetli ineklerin tombik memelerine hiç dokunmamıştı. Onlara birtek kayınvalide dokunabilirdi. Kayınvalide inekleri sever, ineklerde onu severlerdi.
           Gelin sevilir miydi o yıllarda hiç bilemedi, anlayamadı. Gelin neydi ki!
           Gelin; gelin sıfatının yakıştığı kalifiyeli eleman demekti belkide!...
           Kara lastikler karda yürümeyi kolaylaştırsada ayaklarını donduruyordu. Belkide ayakları donduğu kadar yüreğide donabilseydi hiç üşümeyecek ve hatta hiç ağlamayacaktı.
           Garc, gurc kara bata çıka kömürlüğe gitti gelin. Sobanın kovasına böldüğü tezekleri yerleştirdi, üzerini küçük kömürlerle kaplayıp bir kez daha tezeklere dokundu. Tezekler onun için odundan farksızdı nede olsa onları cıvık bir helde iken de avuçlamıştı. Bu kullandıkları onun el emeği tezeklerdi.
          Üzerini değişmeye bile fırsatı olmayan gelinin önüne kocaman bir çamaşır yığını dökülmüştü. Şükür ki sobanın üzerinde kaynayan sular bu sefer onu ateş yakma derdinden kurtarmıştı. Heralde çamaşırları yıkarken üşümeyecekti zira hem elleri sıcak suda hemde yüzü buharıyla ısınmaktaydı.
           Ellerine baktı gelin. Kanayan yaralar temizlenmiş, elleri pamuk gibi olmuştu. Önce sevindi sonra kendine geldi.
          ''Ha bismillah'' deyip çamaşır dolu plastik leğeni başının üzerine aldı. Bir eliyle leğeni dengelerken diğer eliyle boş kovayı taşıyordu.
          Köy çeşmesi pek uzak değildi, bu karda pek yakın da sayılmazdı. Yinede evlerde su olmayışı nedeniyle köy ahalisi çamaşır durulamaya köy çeşmesine giderdi. Çok şükür ki çeşme başında kimseler yoktu. Olsaydı gelini lafa tutacaklar ve hatta ağzından kayınvalideyle ilgili bir iki dedikodu duymak için sıkıştıracaklardı. Bu hep böyle olurdu ama gelinin sevmediği bir şey varsa dedikodu yapmaktı.
          İlk çamaşırı almadan ellerini bir güzel suya tuttu. Hep böyle yapardı. Elleri suyu hissedemez hale gelip yanmaya başlayınca çamaşır durulamaya geçerdi. Ellerinin üşümesine çareyi bulmuştu ama ah birde yüreğini ısıtabilseydi!...
          Yine geldiği yolu aynı adımlarla arşınlayarak eve döndü. Kayınvalide yoktu, kimbilir hangi komşusunun sıcacık evini şenlendirmeye gitmişti. Muhtemelen iki kadın ellerinde beş şişle ördükleri patikler olduğu halde gelinin becermeye çalıştığı gelinlik hallerinden muhabbete dalacaklardı.
          İçerisi sımsıcaktı, az ısınmak için sobanın  dibine yanaştı gelin. O sırada telefon çaldı.
''Zırrrrrn... zırrrrrrn...''
İtici bir sesti bu ses ama arada güzellikleride beraberinde getiriyordu. Açtı büyük bir heyecanla...
          ''Canıııım, seni çok özledim. Komutanlar izin verdi, yılbaşı gecesi ordayım, bekle beni'' diyordu karşıda ki ses.
          Ve gelin bekledi, en güzel yılbaşı gecesini yaşadı . Hiç özlemeden, hiç üşümeden ilk defa.


                                                                                   newbahar


26 Ocak 2010 Salı

ÖZGÜRLÜK! KİM DEMİŞ, KİM BULMUŞ!!!

          Kendimi dışarı atsam...
        Toprak yolun üzerini kaplamış bir metrelik kara gömsem bedenimi
        Ruhumun ezberinde olan özgürlük!!
        Geri gelebilecek mi?
        
        Güneşin açmasıyla, karın üzeri ışıl ışıl. Albenisi bariz ama Newbaharın çıkmaya hali elvermiyor.
Çıkmak istiyorum, gömülmek istiyorum, üşümek, ellerim uyuşuncaya kadar, sızlayıncaya kadar kardan muhabbete doymak istiyorum.


         Öyle ise seni burda tutan ne?


          Zaman ve mekanın imkansızlığı, çelik zincirlerle dolar hayatını. İşte ancak böyle camdan seyrine bakıp alemin, sessizce geri dönersin sessizliğine.

23 Ocak 2010 Cumartesi

DÜŞÜNMEDEN...

Uzunca bir süre okumak istediğim blogları ziyaretten sonra, silkinip kendime geldim.
Öncesinde nasıl buldum kendimi?
Anlatayım!!..

Sağ elim farenin üzerine yapışmış durumda, sol elim yumruk halinde çenemde ve dudaklarım aşağı doğru sarkmış...
Ben benden geçmişim haberim yok!...

Son ziyaret ettiğim blogda boş bir bakışla uzunca süre kalakalmama ne demeli?

Dedim ya!
Ben benden geçmişim, haberim yok!!

Sanırım kendime gelmem için uzunca bir süre yok olmak gerek.

                    Şiir dökülmeyince gönülden,
                    Şiire susmuşken dudaklar
                    Şiirden uzaklaşmışken fısıltılar
                    Şiir yazamamışsa kalem

Gitmek gerek.


21 Ocak 2010 Perşembe

NERDEN NEREYE (NEWBAHARCA)


       

        Çocukluğumda...
        Çocukluğumda diye başlarken, geçen yıllara sitemkar bir his duyuyorum. Yada ''biz çocukken'' diye başlayan cümlelerde saklanan tazeliğini koruyan anılara acılı bir özlem.
         Ya! evet... Çocukluğumun geçtiği küçücük Ege kasabasında birbirini tanıyan, seven, sayan çok saygıdeğer öğretmenler vardı. Annem ve babamdan dolayı hepsini bilir, okul öncesinde teyze, amca dediklerime, okul zamanı geldiğinde ''öğretmenim'' demek ilk zamanlar zor gelirdi. Sonraları anne ve babasına bile ''öğretmenim'' demeye alışıyor insan!!..
           Ne garip! aslında yazmak istediklerim bunlar değildi. Tamda bu karne gününde kendi okul yıllarımın karne heyecanı aklıma geliyor. Anne ve babamın bir hafta öncesinden başlayan karne yazma telaşı...
            İlkokul birinci sınıfta (1982) aldığım karne başkaydı. Daha sonra ki yıllarda değişti karnelerimiz ve mezun olana kadar hep aynı kaldı. Sonraları yine değişti elbet ama onlara bizden sonraki nesil sahip oldu.
Keşke yazıcım çalışsaydı da o karnelerimi size gösterebilseydim.
Asil bir duruşu vardı karnelerin, her satırı dolmakalem mürekkebi ile özenle doldurulmuş, öğretmenin adı ve imzası bile gerçek el yazısı olan karnelerdi.
            Dışarda yağan lapa lapa karla, okul çıkışında öğretmenlerimizin elinde karneleri görünce etrafını sarardık. Merakla sorardık ''öğretmenim bakayım bi kereee!''...
Mustafa öğretmenim bomboş karneleri bize gösterir ''daha yazmadım çocuklar'' derdi.
Anne ve babamın öğrencileri ise peşimden ayrılmazdı. ''Gızzz! Newbahar akşam Ali Ürtmen karne yazaken, biyo benimkine de bakıvesene''
''Olur, bakarım'' derdim. Bakmazdım elbet, bakmaya çalışsamda babam göstermezdi sanırım.  Kendi karnemi bilmediğim gibi, kimsenin karnesini de bilmezdim.
              Babam, Pelikan siyah mürekkebi kitaplıktan bulur gelir, dolmakalemini doldururdu. Annemin dolmakalemini de doldurmayı ihmal etmezdi. İki adet sehba karşılıklı odanın en geniş yerine oturtulur, karneler yazılmak için sırasını beklerdi.
Babam, bağdaş kurarak otururdu. Bi dizinin üzerine koyduğu not defteri kendi el yazısı rakamlarla doluydu. Sadece 5'e kadar olan rakamlar...
İlk olarak ön kapakta yer alan öğrenci isimlerini doldururlardı. Her öğrenci bizim için muhabbet konusu olurdu o akşam. Tek tek yapılan öğrenci analizleri...
             Bazen annem babama yardım ederdi. O okurdu, babam yazardı. Çok güzel yazısı vardı babamın ve yıldızı andıran imzası...
Her karne çok asildi ve aslında çok değerliydi o zamanlar...
Yarı yıl tatilinde bile özenle saklardık. Üzerine titrerdik kirlenmesin diye. Üzerinde ki notlara bir su damlası dahi değse, dağılan mürekkep mahvederdi karneyi.
               Bugün çocuklar karne alıyor. Karne...
O kağıt parçasına,  fotokopi dahi olmayan sadece bilgisayardan çıkma kağıt parçası diyesi geliyor Newbaharın...
Artık, kimse kimsenin notlarını merak etmiyor. E-okul denilen sistemden öğreniliyor notlar, e-okul, e- öğrenci, e-öğretmen, e-veli bilgilendirme...
Eeeeeeee!! yeter be!!!...
Karnenin cılkı çıktı desem çok mu yanlış olur yada çok mu haksızlık ederim onları yazıcıdan emek emek çıkaran okul görevlisine...
                Ne öğretmenlerde karne telaşı, ne öğrencilerde karne sevinci...
                Bizi böyle ruhsuz hale sokan yalnızca teknoloji mi?...
              
               Başta anne ve babamın, sonrasında tüm saygıdeğer öğretmenlerimin ellerinden hürmetle öpüyorum.

Haydi bakalım Newbahar, senin iki haftalık yoğun mesain başlıyor. Bu tembel günlerini çoook arayacaksın, çok!!...

                                                                                                    muhabbetle..


               

19 Ocak 2010 Salı

NEWBAHARCA

     Kesin kararımı vermiştim oysa. Bu sabah çocuklarla evden çıkıp, oğluşla beraber şehre, ordan da diş hastanesine. Dün akşamdan çantamı bile hazırlamıştım. Oğluşun ve benim sağlık karnelerimiz, lazım olması muhtemel ıvır zıvırlar...
Geceden tek dileğim sabah olunca, beni caydıracak, vazgeçirecek bi durum olmamasıydı.
          Sizede olur mu bilmem! Kesin kararınızı vermişsinizdir dışarı çıkmak için, üzerinizi bile giyinmiş tek iş çantanızı alıp, ayakkabilarınızı giymek kalmıştır. Sonra birden bire bütün hevesiniz kaçar. Gitmemek gibi bir isteğe kapılırsınız ve üzerinizi değiştirmek sadece birkaç saniye alır. Hiç çıkmama moduna girmek sadece bir kaç saniye...
           Bugün...
           Ne kadar kararlıydım. Geceden uyku tutmadı bu yüzden. Saat sabaha karşı 4 de ben hala yatağımda dönüp duruyordum. Sık sık araladığım perdededen sabah ki hava durumunu çözmeye çalışıyordum. Yağış olmazsa kesin... bu kez kesin!!
           Ve sabah çalan huysuz saat...
           Hava olabildiğince berbat.
Göz gözü görmüyor sisten, yağmurun ahmaklığı kalmamış, harbi harbi yağıyor bereket...
Oğluşun keyfi yok anlaşılan, uyanamıyor, biraz hasta, biraz burnu tıkalı, biraz uykulu.
Benim gibi...
Ufaklığı hazırlayıp postalıyorum okula. Şehre inmek için ilçeye inecek tek aracıda yani öğrenci servisini kaçırıyorum bilerek.
Napayım bugün gidemem ki!!...
Hem hava kötü, hem oğluş hasta, hem ben uykusuz...
Dişlerimi bir kere daha erteleyip, içimin sıkıntısını atarım umuduyla karalıyorum bu satırları.
Ama napayım?...
Hem tembelim, hem bezgin...
Üstelik havada kötü.
Uykum geliyor yavaştan yavaştan. Gidememenin pişmanlığıyla yeniden uykuya dalmak güç olacak.


          Yine Newbaharın o bildik, tanıdık kararsızlık halleri. Hatta kararsızlıktan öte, aniden vazgeçme problemi...
Bu kaçıncı, bu kaçıncı, kaçıncı...
Tembelliğine randevu mu verdin be kadın!!!


                                                                                                           muhabbetle...

18 Ocak 2010 Pazartesi

ZAMANDAKİ AŞK SİLÜETLERİ-1


         

         Bir çift göz değdi tanıdık bakışlara!!...
Bu tanıdık, yanından geçip gidiyordu bir yabancı gibi. Konuşmadan, sessizce bir anlık bakışlarda gizliydi tüm anılar.
         Onların anlık bakışması, yıllar öncesinin hayalini yansıttı gözbebeklerine.
Zaman, sinsi oyununu hazırlarken, ikisininde aklında yoktu ayrılık düşüncesi.
Ne olmuştu, nasıl olmuştu anlayamadan yıllarca süren gizli sevda, başka başka yollara ayrılmıştı.
        Öyle yollardı ki, şimdi ki ana kadar asla kesişmemişti senelerdir.
İkisininde sırtları birbirlerine dönük olduğu zaman, adımlar olağan halde ilerliyordu zıt yönlere doğru. Adımlar olağan hızındaydı lakin aklı geçmişle bugün arasında mekik dokuyordu kadının.
        Ne çok sevmişlerdi birbirlerini. Önceleri aynı sınıfı yıllarca paylaşmış, iyi dost olmuşlardı. Aynı sıraya hiç oturamamışlardı bile adına aşk denilen duygu onları sarmadan, sınıf arkadaşlarının kulaklarına gelen dedikoduları inkar edercesine.
Onlar sadece kıskanılan iki dosttu birbirlerine.
Okulun son günlerinde dahi yine aynı üniversiteye gideceklerini düşünerek morallerini bozmuyorlardı. Ne yazık ki düşündükleri gibi olmadı ve uzak şehirlerde yeni bir hayata başladı iki ayrı ruh.
        Yaşadıkları ilçe küçücüktü. Dedikodular, ilk çıktığı ağıza geri döndüğünde, ilk ağız kendi bile inanırdı bu yeni duyduğunu sandığı habere.
O yüzden kız, erkek arkadaşlıklarında okul haricinde kimsenin dışarda muhabbeti olmuyordu. Sevdalılar bile, platonik bir cephede mevzileniyorlardı korkudan.
Anaların tek nasihatıydı ''Adın çıkacağına, canın çıksın!''
         Üniversite, üniversite sonrası iş hayatı, kariyer ikisininde ilçeye dönmesini engelledi. Birbirlerini unuttuklarını düşünerek geçti seneler hiç unutulmadan.
                               Dost muydular, sevdalı mıydılar!...
Dost olsalar görüşürler miydi? yahut sevda olunca kara bir leke gibi durmasın diye saklamışlar mıydı yıllar yılı!..
          Adı belliydi. Ailelerin kulağına giden sevda kokulu dedikodular, Yasak Aşk adını kazımıştı hayat kütüğüne çoktan.
         Yıllar yılları kovaladı. Kimseyi üzmemek adına, ayrılan yollarını bir türlü kesiştirmek istemediler.
         Hep düşlerde yaşadılar, yaşattılar.
Çoğu şarkının bestesinde, sözünde birbirlerini buldular. Mevsimlerden sonbaharın adını ayrılık koydular, yağan yağmurlara karışık ağladılar.
Onlar hiç bahara dönmediler, yazı yaşamadılar.
Evlenmediler, saçma sapan sebepleri neden göstererek.
         Yüzlerinde orta yaşa ait kırışıklıklar yerini almıştı artık. Saçlarında saysan sayılır aktan teller vardı, yorgun...
Gençlik, bedenlerinde çoktan erimeye başlamıştı. Çocukların ablası, abisi yerine, teyzesi, amcası olmuşlardı. Otobüslerde yer veren yerine, yer verilen, yaşına hürmet gösterilen insanlara dönmüşlerdi.
           Evinin kapısına geldiğinde anahtarı kapının deliğinde oyaladı bir süre kadın. Düşünceleri rahat bıraksa, sevdasını yine gömebilse kalbine kapıyı açıp, girecekti. Yapamıyordu.
İlk defa adımları onu geri çekiyor, geç kalmadan yetiş diyordu.
Nerde görmüştü, ne kadar yol gelmişti kestiremedi. Sokak sokak aranıyordu, elleri ayakları dolanıyordu birbirine. Heyecandan ölebilirdi, bulamamak korkusu daha beterdi. Dakikalar saate dönüyordu, hava gündüzün ışığını kapatmak üzereydi çoktan.
Kadın çok yollar yürüdü, çok kere etrafında onu sandığı adamların omzuna dokundu ve ardından mahçup bir ifadeyle ''afedersiniz, sizi birine benzettim''...
Yoktu, yoktu, yok!!... Nereye kaybolmuştu, hangi sokaktan sapmıştı, işyeri mi buralardaydı yoksa evi mi?...
        Karanlık basıp, şehrin ışıkları yandığında yorgun bedeni banka oturmuş ağlıyordu.
Karşıda ki apartmanın balkon kapısından çıkan adamın sesiyle irkildi ve o yöne baktı.
        ''Aslı!... Aradığın ben miyim?''

14 Ocak 2010 Perşembe

YORGUN GÖNÜLLER


Çocuk...
İte kaka götürmekte üç tekerli arabayı,
Dalgalı, ensesine değen saçları.
Rengini kaybetmiş kirden,
Arada bir kaşınmakta bitten.
Yavaş yavaş ilerlemekte velet
Daha çok eşilecek çöp var elbet.
Beyler, hanımlar artıklarını dökecekler
Bulursa kağıt, naylon ve tenekeler
Kendini şanslı sayacak çocuk
Az ötede ki çöpe doğru sürecek yolculuk.


Çocuk...
Dımdızlak saçları kara teninde kapkara görünmekte,
Elinde kaçak sigara paketleri, köşe başında nöbette.
Efkarı sigara dumanından değil elbet
Alan olmazsa döndüğünde sopayı yiyecek velet.
Karşı kaldırımda uğursuz bir adam ayakta
Gözhapsinde sigaralar, alan oldukça keyfi artmakta.
Belli ki çocuk adamın kazanç kapısı
Belki efendisi, belki de babası!!!


Çocuk...
Ak ellerine, boyalar yakılmış,
Boya sandığı kendinden ağır, sırtına sarınmış.
Cila kokusuna karışmakta, ayakların tiksinç kokuları
Bir boya kokusuna, birde buna alışık burunları.
Takıdık...takıdık eşlik eder...
Sandığına fırçasıyla vurduğu darbeler.
''Ne verirsen abi!'' derken dilleri,
Utangaç yere düşer, o masmavi gözleri.


Bizim çocuklarımız gibi çocuklar
Olmaları gereken yer okul, değil kaldırımlar.


Yorgun gönüllü çocuk, çalış, çalış ha gayret!
Sen daha çok beklersin, insanlardan merhamet.




...............................newbahar....

13 Ocak 2010 Çarşamba

ISLAK KALDIRIMLARIN HİKAYESİ


Islak kaldırımların hikayesidir bu...
Her yağmur damlası bir nefeslik ömür misali. Düşene kadar bütün ömür, bütün yaşanmışlıklar...
Adımların çıkardığı sesler kadar naif, sesler kadar melodilidir hayat dediğin...
Dalgın dalgın adımlıyorsan eğer, sanat müziği güftesi kadar huzurludur kaldırım...
Acelen varsa, bateri çalgıları kadar sert ama bir o kadarda hisli karşılık verir sana.
Islak kaldırımların hikayesidir bu,
Adımlar ve ıslak kaldırımların paylaştığı bir ömür hikayesi. Sen anlatırsın yüreğini, kaldırımlar dinler ve başlar binbir çeşit ezgilerin fısıltısı yeryüzünde.
Kavgalıysa yüreciğin, hırçınlaşmışsa ahmak ıslatan yağmurları gibi, öyle bir adımdır ki yere vuran, hıncını kaldırımdan almak ister gibi vurur davula tokmağı misali...
Tokmak kesilir pabuçların, davul kaldırımlar...
Hasreti gömüpte gönlüne adımlıyorsan, bir türkü olur, uzar gider sılaya doğru, yağmurun viran sesine eşlik eder her adım, her adımda ayrı bir çığlık!..
Yandıysan aşkın narında; yandın arkadaş!..
Bastığın yer kaldırım olsa kaç yazar! Aklın göklere yücelmişse eğer, usuldan usuldan sevdaya dair ne çıkarsa bahtına, sen çalarsın gönlünce.
Hazan değiyorsa düşlerine, düşlerinde yağıyorsa yağmurlar, yağmurlar sen oluyorsan sen de anlat...
Islak kaldırımların hikayesiyle buluşsun Hazan Yağmurları.

NEWBAHAR







12 Ocak 2010 Salı

ADRES



Ben, şu Dağın Tepesinde ki evde oyuruyorum.

Hani var ya! ..
Şu toprak yolun en sonunda ki ev.
Bakma sen dik olduğuna, geze geze çıkarsın.
Biraz yorar adamı tırmanmak.
Ama ben alıştım! ...
Hem inmeye, hem çıkmaya.

Ben, şu dağın depesinde ki evdeyim.
Kime sorsan gösterir.
Evin görünmediğine aldanma! ..
Fındık ve kestane ağaçlarıyla korunaklıyım.

Şimdi mevsim sonbahar ...
Yapraklar dökülmekte.
Birkaç hafta sonra geleceksen,
çıplak ağaçlar arasında kolaylıkla görebilirsin.
Birde, topu topu iki tane telefon vericisi var.
Dedim ya ben en tepedeyim!
O yüzden buraya kurulmuş Vericiler.

Ben, şu dağın tepesindeyim,
Hani hep anlattığım yerdeyim.


Manzarasıda olmasa, efkarımı içeceğim kadeh kadeh.
Ben öyle yapmıyorum,
Sigaramın dumanında, salıyorum efkarımı sisli yamaçlara.

Geceleri ışıl ışıl oluyor eğer sis basmamışsa! ..
Tüm haneler açar ışıklarını, ben hepsini bir çırpıda görürüm.
Onlar çoğunlukla göremez beni.
Dedim ya diye tepedeyim! ..
Pek eksik olmaz sis başımdan.
Sisler içinde sis olurum, yok olurum, hiç olurum.


Ben, şu Dağın Tepesinde ki; Altın Pencereli evde oturuyorum.
Güneş batmak için son nefesini verirken, camlarıma yaldızını sürer ...
Niyetin gelmekse, akşam üzeri gel ...
Sorsan''altın Pencereli ev!''Diye,
sana gösterirler.

Dedim ya! ..
Dinlemedin mi beni?
Ben şu dağın başında ki Altın Pencereli Evde oturuyorum.

Geleceksen! ...
Akşam üzeri gel, Özlediğim yüzünü kap gel, sevincim ol gel.




Newbahar

10 Ocak 2010 Pazar

GÜVE





Televizyon ışığında uçuşan güve kelebekleri,

Bişeylerin güvelendiğini bana düşündüren

Bir hışım kalkıyorum yerimden,

kelebek gördüğüm zamanlar.

Dolaplarda ki erzaklar, naftaline buladığım dolaplar...

Hangisindesin?

Kapılarda, duvarlarda yer yer...

Ölümü bekleyen kelebekler...

Bir el atsam üzerlerine, dağılacaklar
Ve iz bırakacaklar!!..

Gölgesi yansıyor duvara kelebeğin,

Kendisi gibi siyahi bir renk...

Uçuşuyor silüeti,

Uçuyor kelebek.

Bi hışım kalkıyorum!!

Silkelenen ben miyim?

Güvelenen ben miyim?

Ellerim acelece tarıyor üzerimi

İçimdeki güvelerden bihaber

Yıllarca savrulan nesim/i

Ben miyim?





Newbahar

5 Ocak 2010 Salı

NAFTALİN KOKULU YILLAR



Açılır, ahşap kakmalı çeyiz sandığı

yayılır geçmişin boz bulanık mazisi

Yıllanmış naftalin kokusu zamanın tanığı,

Kimi düşlerin, gerçeğe dönenlerin...

Delillerini gizleyen, işbirlikçi sanığı.

Açılır, mazinin geniş penceresi...

Yayılır naftalinli kokulara pişmanlıklar

Kaneviçelere işlenmiş gençlik hikayesi,

Gençlikteki en deli kanlı zamanlar!!..

Dantellerin narin işlemesi,

En kahpe hayallere daldırırlar.

Açılır, gönlünün orta yaş buhranı,

Naftalin kokusu teninde amber!!...

Ya! ne demeli? Yüzünde ki çizgiler...

Katmer katmer olduktan gayrı

Ne çeyiz bekler, ne gençlik bekler.


..................................................................newbahar




4 Ocak 2010 Pazartesi

KAR TANESİNDE ADI ''AŞK'' DÜŞÜYOR...




''Kar tanesinde adı''Aşk''düşüyor ...
Kar yağarken bir çok kere tekrarlayabilirim bu cümleyi. Hatta bağıra bağıra, dört duvarın kulağına çınlatabilirim. Kar tanesinde adı''aşk''düşüyor ...
Nihayet kar, doya doya yağma telaşında. Bu sefer nazlı nazlı değil, salıvermiş kendini lapa lapa yağıyor.
Ve yine diyor Newbahar;
''aşk düşüyor''...
Kimbilir kimler resmediyor bu kış manzarasını. Kimbilir kimlerin beyninde, aşk düştükçe, aşklar dile geliyor şiir oluyor ...
Benim sevdam yanımda, düşen aşklardan payıma düşeni alalı epey oldu.
Yıllar yıllar evvelinde, Afyon'un aşkı yasak gören, aşk çıkmazı sokaklarinda, el ele yürüdüğümüz günler aklıma düşüyor. Ve yine dilimi yanıkça kavurup geçiyor adı''Aşk''!!!...
Nerden bilirdim deli dolu hallerimin, bir gün olup en sakin dönemime mazi olacağını.
Kim bilirdi? ...
Adı''aşk''ın düşerken hiç acıtmadan, yüreğime saplanışını ...
Kim görürdü ve kim derdi? Newbahar adı''aşk''ın yarasında kanıyor!! ...
O yara hiç kapanmadan, O kar tanesinde sızım sızım sızlar. Her seferinde manzara değişir fakat, düşüncelerin boyutu hiç değişmez. Newbahar, dalar gider manzaraya ...
Ona, her seferinde gizli bir el dokunur, hiç karalanmamış sayfalarına ve hayali bir kalemin dirilişine şahit olur satırlar ...
Bu hikaye bitmedi, bitmeyecek! ...
Seneye belki, farklı bir manzarada gözleriniz kar tanesinde düşen''aşk''lara daldıkça! ...
Bir,''Newbahar''vardı dersiniz!
Ve ben alırım rüzgarlı, sisli dağlarımdan selamınızı.
Belki, kar tanesinde, benim manzaramda da adı''aşk''düşer. Selamınıza eşlik eder Newbahar'ın kaleminden, duygular.
Belki, herkes kendi kar manzarasında, kendi cümlesini kurmuştur. Siz olsanız ne derdiniz, düşen kar tanesine?
Ben, kar tanesinde adı''aşk''düşüyor, diyorum.
Evet! ... Siz olsanız ne derdiniz?

Muhabbetle

2 Ocak 2010 Cumartesi

DERİNDEN...




Koşuşturan yaprak kümeleri vardı yollarda,
Darmadağın saçlarında rüzgarın elleri...
Sarı ve kınalı taze teninin
Geçmişe dair ağır izleri.
Rüzgar kadar hafif okşamadı hiçbir el,
Dalgalardan öteydi şiddeti
Zemheri soğuda ne ki yanında?
Üşüttükçe, cayır cayır yakardı sözleri.

Savruldukça kaybolan yaprak kümeleri...
Darmadağın saçlarında, zamanın izleri,
Allı pullu kadife entarinin
Dokuması bozuk basmasında,
Sevdaya dair gizli bir hiddetin
İmzası vardı yamalarında.