.

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE&HER TÜRK ASKER DOĞAR

27 Aralık 2009 Pazar

ÇOCUK/CUK



O, kimi zaman uslucuk
Çoğu zamanda yaramaz çocuk.

Çok konuşur, laf anlamaz
Dediği dediğini tutmaz.

O, kimi zaman masumcuk
Çoğu zamanda haylaz çocuk.

Evde her yere tırmanır
Kırılacak herşey saklanır.

O, kimi zaman yorguncuk
Çoğu zamanda koşuşturan çocuk.

Sevimli mi sevimli
Tam bir mutfak kedisi

O, kimi zaman tombulcuk
Çoğu zamanda lokumcuk

Hayatın gülmecesi
Çözemediğim bilmecesi



newbahar

25 Aralık 2009 Cuma

Hiç unutmam...

Papatyaların yeni tazelendiği,

Bademlerin pembe pembe açtığı bir Nisan ayıydı.

Çocuktum,

Düşmenin bile beni gülümsettiği.


Yanımda ki babamdı,

Ellerinde ki kitabın adı bile mevsime uygundu

''Dallar, meyvaya durdu''

Elden düşme bir bisikletti pedalına ayaklarımı koyduğum,

Yalpalaya yalpalaya gidemeyen ben, çocuktum!

Düşüyordum, dar geliyordu kaldırımlar

Babam tutmuştu, yarı kırık seleden,

İtiyordu arkamdan, hayata itiyordu.

Düşsende önemli değil diyordu, bıyık altı dudakları

Düşe düşe öğreneceksin hayatı.


Çocuktum...

Kırlangıçların nefesi vardı ceviz ağacının dallarında

Altında yedi kiremit oynadığım arkadaşlar.

Lastik kokan topumuz vardı, attıkça dallara değen

Tuttukça deli divane sevinen çocuklar.

Kedimiz vardı, nerden geldiğini bilmediğim,

Adını By Dropsi koymuştuk,

Bu ismi de nerden bulmuştuk!

Her halde o günlerde izlenilen dizilerden.


Çocuktum...

Bir güneşe değiyordu gözlerim, bir babama,

Geniş omuzları, uzunca boyu vardı babamın

Güç alıyordum, elimde ki uzunca bir daldan

Bir de babamdan.


Sonra!...

Vakti geniş, vakti uzun sandığım Nisan kışa döndü,

Babamın omuzları çöktü, benim boyum büyüdü.


Babamın saçlarına ne olmuştu?, bana da aklar dolmuştu.

Büyüktüm!...

Kırmızı bir bisikletin selesinden tutmaktaydı ellerim,

Oğlumun pedallarda ki ayaklarındaydı gözlerim.

22 Aralık 2009 Salı

KAPANIR KAPILAR...




''Ah etsem kime dokunur ziyanım,
Beyhude gelir bana bu isyanım.''






İlk günleriydi...
Yeni gelin edasıyla, işveli ve de cilveli açılırdı her daim.
Geceden bozma sabahlarda, güneşin alaca karanlığa karışması çok değilken başlardı mesaisi.
Fotr şapkalı asil eller okşardı ilk onu. Bilirdi, kapıdan ilk çıkan efendinin en son döneceğini.
Gün öğlene dönmek üzereyken usul usul göğsüne vururdu bir çift pamuk el.
Bir kahve içimlik zaman yolcusuydu komşular.
Uğurlama merasimi dakikalarca kapı önünü muhabbetlerine dönsede, kulak kabartmazdı mahalle ağzı söylentilere.
Acele acele yumruklanırdı heyecanını bastıramayan haylazlar tarafından...
Kimi yetişilmesi mümkün olmayan bir hızla kaçar, kimi elinde meşin top, azıcık dikelirdi.
Temiz, pak çıkan çocukların, kirli dönüşlerini beklerdi.

Bazen olurdu ya gecenin bir yarısı! Yarı korku yarı ölüm acısı...
Yardım için vurulurdu göğsü çaresiz eller tarafından, bir çare bulmak umuduyla.
Meraklı bekleyişlere gebe kalırdı saatler. Haberi gelirdi evsahibesinden önce, derin uykuya dalan gözlerin veya dünyaya merhaba diyen bir bebeğin.

Yorulurdu yorulmasına lakin, şikayeti yoktu halinden...
Kolay mıydı aslında bir öte bir beri gidip gelmek!...
Mevsimin sonbahara döndüğü günlerdeydi, hiç unutmaz...
Sık sık vurulur olmuştu göğsüne beyaz entarili, siyah çantalı adam tarafından.
Hızlı adımlarla girdiği yapıdan, çıkardı düşüncelere dalaraktan...
Karanlığa ve yağmura eşlik ediyordu Saba makamında ki ezan... İçerden gelmekteydi, binbir feryada karışmış isyan...
İlk defa göğsüne dokunmadan çıkan bu adam, ruhunu almış, bedenini bırakıp gidiyordu.
Onun akabindeydi Hoca Efendi'nin dört kolluyla gelişi, mübarek elleriyle kapıyı ardına kadar itişi...


Çok sürmedi, bu kalabalık, bu hengame, bu çaresiz isyan...
Normaldi...kimbilir kaç kişi göçerdi bu dünyadan...

Mevsim kışa döndü, parke taşlı sokağı kar kapladı.
Yolların ıssızlığına eşlik etti bacalardan tüten is kokuları...
Dört tekerli makinenin kulağı tırmalayan kornası yankılandı sonra.
İçerden derin derin iç çekişlerin ardından, kilitleme sesleri duyuldu.
Yorgun adımlar, son kez dokundu kapının yorgun göğsüne...
Geri geri mızmızlanarak açıldı;''Gitmeeee'' dercesine.
Yaşlı gözler son bir bakış için aralandı, akabinde kapı hoyratça kapandı.


newbahar

21 Aralık 2009 Pazartesi

SÖYLEYECEKLERİM VARDI!...



Beni,
Kış güneşinde bırakıp gidiyorsun...
Çok değil! bir kaç gün sonra yağmura gebe gökyüzü.

Bilmem,
Gittiğin yerlerde mevsim hangi tarzını takınmıştır?
Belki yağmur, belki ayaz.
Arayı çok açma,
Ara sıra yaz.

Aklına bile gelmem belki,
Meşguliyetlerin vaktini çalarken,
Ne beni, ne evdeki yalnızlık hallerimi
Düşünmeden...
Ve dediğim gibi hiç aklına gelmeden,
Kış güneşinde yitireceksin beni.

Sen,
Git en iyisi.
Daha fazla yaralamadan,
Daha fazla bana katlanmak zorunda kalmadan
Git.

Bilmem!...
Gittiğin yerde mevsim hangi tarzını takınmıştır?
Belki yağmur, belki ayaz.
Arayı çok açma,
Arasıra yaz.

.


20 Aralık 2009 Pazar

''ADI AŞK''


Kar kokusunda ''adı aşk'' düşüyor...
Kumsala çizilmiş duruyor,
En nadide ''aşk'' dizeleri, dalgaya koşuyor!
Dalga siliyor, siliniyor...
Kar tanesinde ''adı aşk'' ağlıyor!...
Vuslata engel geliyor denizin mavisi,
Bir sırat resmi çiziyor.
En büyük dalgayı seçiyor ''benim'' diyerek,
En büyük tokatı oluyor!!!
Güvenmiyor artık ''adı aşk''
Kar kokusundan geçiyor, kan kokusuna
Eriyor, denizine karışıyor,
Siliniyor, ''hiç'' oluyor.

Kar kokusunda ''adı aşk''
Geçiyor...
Eriyor...
Siliniyor.

14 Aralık 2009 Pazartesi

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ-ÖĞRETMENLİ ANILAR!




Siyah önlük giydiğimiz beyaz yıllardı...

Kimimiz bodye, kimimiz önlük kimimizde karalık derdi üzerimizdeki okul formasına.

Bir türlü, dilleri öğretmen demeye dönmeyen, öğretmenin tüm ikazlarına rağmen her seferinde ''ürtmenim'' diyen arkadaşlarımız vardı.


Kara kış bastırınca, havalar soğuyunca önlük altına pantalon giymek farz olurdu. Kimimiz kırmızı, kimimiz yeşil kimimizde rengarenk çiçekli pazen pijamasını çekiverirdik altımıza. Ve yine öğretmenin tüm ikazlarına rağmen beyaz kilotlu çorap giymemekte direnen bir inadımız vardı. Böylelikle siyah önlükde biraz renklenmiş oluyordu.


Kışın en gözde aburcuburu iğde ve patlamış mısırdı. İğde tozuna bulanmış önlük ceplerimizden çıkarttığımız iğdeleri paylaşmak büyük bir keyifti. Biraz hali vakti iyi olan arkadaşlar ceplerine ekstradan lokum, leblebi, bisküvi ve kuru üzümde koyarlardı ki, bu lezzet armonisinin tadına yemeyen varamazdı. Ve biz yine öğretmenimizin bütün ikazlarına rağmen ders vakti yemek arzusuyla öten boğazımıza hakim olamazdık!...


Bakkaldan alınan lastik topun ilk, yeni kokusu farklıydı. İstop oynarken topu ilk kapan, o dayanılmaz lastik kokusunu içine çeker ve topu havaya yeniden fırlatırdı. Nice toplarımız okul bahçesinde ki heybetli çam dallarında yerini bulmuştur o yüzden. Bizi, ağaçların dallarına zarar vereceksiniz diye uyaran müdüre ne demeli! Biz yinede emir büyük yerden gelmiş olsada istop oynamakta kararlı neferlerdik.

Önlük kara, kış kara; soğuktan çatlayan ellerimiz vardı. O beyaz yıllarda şimdi ki gibi insanların yürekleri değil, yalnız elleri kanardı. Yatmadan evvel güzelce sabunla yıkayıp kremlenmesi lazım gelirdi o çatlamış ellerin. Sabunlardık sabunlamasına lakin krem ne ola ki öğretmenim!

Öğrendik ki Arko Yağlı kremmiş. Arko'yu kim kaybetmiş ki biz bulacaz köy yerinde, ''arkosu yok ama yağı var ürtmenim'' diyen arkadaşlar vardı.

Ve yine; öğretmenin bütün ikazlarına rağmen ertesi gün okula zeytinyağlı elleriyle gelen arkadaşlar vardı.


Gökyüzünün ve bizlerin hüngür hüngür ağladığı bir gün vardı... 10 Kasım. O gün illaki beyaz yakalar çıkartılır, Atamızın büstünün iki yanına meşaleler yakılırdı. Yüzümüzde ki çocuk gülümseme silinir, okunan ATAM şiirleriyle dertlenirdik. ''Bugün Atatürk ölmüş'' diye salya sümük ağlayan kızlar vardı. Ve bütün bu matem havasının üzerine o günü yas ilan eden beyinler vardı.

Bembeyaz yıllardı kara kışın aksine. Okul hademesi Mahmut Abinin elinde ki çanla kapıda görünmesiyle yağcılık olsun diye en ön saflarda yer alan öğrenciler vardı. Şimdi ki siyasetten apayrı, birbirimizi itip kakmaktan daha öteye gitmeyen bozuk bir düzenimiz vardı.

Ve bizim yine, öğretmenin ikazlarına rağmen arka sırada çene çalmaya müsait bir sıramız vardı.

Eskimiş pabuçlarımız vardı; kar sularının çoraplarımıza kadar işlediği. Kimileri vardı ''babıcım yırtıldı ürtmenim'' diye hüngür hüngür ağlayan, kimileri vardı ki yeni alınmış kara lastik naylon ayakkabılarının çamurlarını elleriyle sıvazlayan. Hele ıslanınca öyle bir parlardı ki o karalastik, rugan ayakkabı yanında hlt etmiş.


Ve biz vardık; öğretmenin, ''büyüdünüz artık, akıllı olun'' ikazlarına rağmen çocuk olarak kalmayı bilen. Biz vardık çarda çamurda oynayan, bahçelerde koşuşturan , çocukluğumuzu doyasıya yaşayan.



muhabbetle

13 Aralık 2009 Pazar

GÖÇ EYLEME




Kalbim göç eyleme...

Daha nice geceler var aşkın demine hasret

Ömrümden ömür biçmeye mi geldin?

Nice ruhlar var canana vuslat.


Ruhum...

Göç eyleme!..

Daha nice günler var meşkin raksına davet

Ömrümden ömür çalmaya mı geldin?

Nice canlar var, sevdaya hasret.


Canözüm...

Göç eyleme!

Benim ömrüm senindi,

Senin ömrün benimdi farzet.



.........................................................newbahar........

10 Aralık 2009 Perşembe

DÜŞ




Uyuyorsun...

Gecenin karanlığına yumuyorsun gözlerini

Az sonra açılacak kapıdan,

Doğacak düşlerin.

Bir bilmeceye dolanacak dilin,

Koşacaksın belki bilinmeyene doğru

Bildiğini sanarak!

Vardığın ben olacağım...

Ya da ömründe görmediğin bir cemal.

Ansızın kaybolurken yanımdan,

Geride kalan beni düşünmeden gideceksin,

Veya yanında yeni bir dost hayaliyle,

Varmayı hayal etmediğin yerde biteceksin.


Sevmediğin dalgalar karşılayacak seni,

Bir gemi güvertesinde savrulacak saçların.

Bazen bataklığa saplanmış ayakların

Çıkmaya çalıştıkça, batacaksın.

Öyle anlar gelecek ki,

Zaman ve mekanın sonsuzluğunda

Yıllar öncesine veya yıllar sonrasına

Işık hızıyla göçecek ruhun.

Sen!...

Sen olmayacaksın...

Bir derin ızdıraba gark etmiş gönlüne

Sitem ederek, uyanacaksın.


newbahar

8 Aralık 2009 Salı

KARANLIĞIN RUHU




Gece ağırladı konuklarını.

Ekşimiş kokuların etrafında çöreklenen

İhtiyar adamı ve çocukları.

Kimi teneke, kimi naylon bakınırken

Çöp deyip geçmemek lazım, ekmek kapısını.


Az ötede, köşe başında...

Bir kaç süslü manita kıvırtıyor.

Lüks otomobilin para kokan egzozuna

Ucuz parfüm kokusu karışıyor,

Haddim değil tiksinmek, bu ekmek davasına


Evin kapısı hoyratça kapandı,

Söylene söylene ilerleyen bu ayyaş

Arka sokakta ki barın kapısına dayandı.

Aslanın neresinde belli olmayan ekmek, aş

Derdini kalecik karasında aradı.


Bir kaç evin ışıkları yanmakta,

Perdelerde gezinen telaşlı insan suretleri

Kimi doğum sancısında, kimi ölüm acısında

Ziyaretçisidir ebe ile yeşil cübbeli birileri

Tek ortak yanları çığlıkları, sokaklara taşmakta.



Newbahar

6 Aralık 2009 Pazar

DAR HANE ÇORBASI



......El yordamıyla ahşap sedirin altına geceden sokuşturduğu çorapları buldu ve ayağına giydi Habibe Nine. Ayağa kalkacak gibi bir kere yeklendiyse de kendinde o takati bulamadı. Kolunu attığı hasır yastıktan destek alarak ağır aksak kalkabildi şişman gövdesi. Yavaş yavaş kapısını açtı ve bahçeye çıktı.
......Bu geçirdiği yetmişbeşinci bahardı, bir sonra ki seneye Allah kerim dedi kendi kendine...
Evin hemen yamacında bulunan taşdibeğin üzerine oturtuverdi yayvan kalçasını. Az ötede açmış olan akasyanın kokusu burnuna kadar geliyordu. Kokulara eşlik eden bir iki arıdan önce gocunsada, ellerinde ki derman sürekli sallamaya yetmedi, vazgeçti.
Etrafına kısık gözlerle baktı, torunu Selim iki gün önce evi sıvatmak için döktürdüğü iki el arabası kilin üzerinde eşeleniyordu. Seslendi;
''Len, Seliiiim... gaçıl len öteye, dağıttın bi avuç toprağııı... Huuuu deyusun oğluuu, gaçıl deyon sanaaa!''
Selim nenesinin bu serzenişlerine alışıktı. Anasına bi keresinde sormuştu ''neden nenem bana deyusun oğlu diyo ana?'' diye!
Anası, ''eyi bişe deel emme, deyo işte eben, kendi oğluna deyus deyo, sen aldırma emi!''
Selim ''ana! babam deyus mu'' demeye kalmadan anasının ayağından çıkan terlik kafasında yerini bulmuştu. İşte o günden sonra Habibe nine ne zaman Selim'e böyle seslense, Selim kulakardı eder, kılını kıpırdatmazdı.
......Habibe Nine, beline sarmaladığı dokuma kuşağın kenarına iliştirdiği torbadan eğireceği yünü ve kirmeni çıkardı. Yünün tamamını sol koluna doladıktan sonra, el alışkanlığıyla eline aldığı bi tutam yünü ustaca burmaya başladı. Kirmen yavaş yavaş hızlanırken Habibe Ninede manilere başlamıştı.


......Mektup yazdım kış idi, kalemim gümüş idi, daha çok yazacaktım, elim üşümüş idi...
......Name yazdım vardı mı. Yar eline aldı mı...
......Duvar üstünde keklik, kızlar giyer eteklik, kızlarda gabahat yok, erkeklerde eşşeklik...


......Her seferinde ayrı ayrı maniler dökülürdü Habibe Nine'nin dudağından. Manileri duyan çoluk çocuk taş dibeğin etrafına otururlardı. Bilirlerdi ki her maninin ardından onlara bir hikaye gelecek.
Ağzı kuruyan Habibe nine çocuklardan birine seslendi:
''Gııızzz! Eşe'nin telli gızııı, gözleri sürmeli, başı yemeni gızııı! Nenem, ökü destiden bi bardak su ve bakam!''
Suyunu içtikten sonra başladı anlatmaya!


......''Harb dönemiydi, goca Mıstıfa beni üç günlük gelin iken bırakdı getti cepheye. Ne dersiiinn..ne edersin garı başınla. Başımda bi dene eli maşalı, yüregi gamçılı bi gaynana...
Vurdumu oturtan bir deli gayınbuba...Hey gidiiiheyy! Cennette otura goysunla, beklesinle gelin Habibeyi bakam!
Ne deyodum hoytalar? Hah! elde yok, avuçda yok, beş on dene goyunun sütüne, bide yününe mıhtacız. Kümesde ki tavıkla desen ıscakdan yımırtayı kesmişle. Hincik gibi tel mi va? Kime haber salcaaan, kimden haber alcaaaann...Yol yok, yordam yok, üçcük cahil adamız goca bi hanede.
......Bi akşam vaktı kapı çalındı, gayınbuba tek gırmasını aldı çıktı gapıya. Gelen yaşlıca, ak sakallı bi dede. Tanrı misafiri dedik aldık içeriye. Ben hemen ocağı yaktım, odun ataşında tarna aşını bişirmeye başladım. Ortalık burcu burcu tarna aşı koktu. Ak sakallı dede halinden bek hoşnuttu. ''Geliiiin!'' dedi bana, ''sen bilir misin bu tarhananın hikayesini''...
''Ne bilem dede'' dedim. Başladı anlatmaya:

......''Devrin sultanı, Ramazan ayında, bir gün tebdil-i kıyafetle şehri dolaşmaya çıkar. Yanında baş veziri vardır. Sultan; Paşa, akşam ezanı kimin kapısının önünde okunursa o evde iftar edelim, der. İftar vakti yaklaşmıştır. Ara sokaklara girerler. Her evin kapısının önünde bir kişi beklemektedir. Bir misafir bulup evlerine iftar için çağıracaklar. Başkalarına iftar ettirmenin zevkine tadacaklar ve sevabını alacaklar.

......Sultan ve veziri kendilerini tanıtmadan, herkese selam vererek giderler. İftar topu atılıp akşam ezanı okunmaya başladığında, fakir ama gönlü zengin bir Müslümanın evinin önündedirler. Zaten ev sahibi de iftara birilerini çağırabilmek için orada beklemektedir. Sofra hazırlanmış. Sıcacık taze ekmek, tuz ve mis gibi tüten bir çorba vardır. Tuzla iftarlarını açarlar, ekmek ve çorba ile karınlarını doyururlar. Çorba, sultanın çok hoşuna gitmiştir. Ev sahibine; “Bu çorba çok hoşuma gitti. Ne çorbasıdır bu?” diye sorar. Çok zeki ve ferasetli olan ev sahibi; “Darhane çorbasıdır, sultanım” diye cevap verir.
İşte gelin tarhananın aslı budur. Darhane çorbasıdır amma velakin dilden dile dolana dolana tarhana olmuştur.''

......'' Aha çoşlarım, hadi bakam bu günlük bu gadar yete! Habibe neneniz yoruldu gari. İkindi okundu ben gidem de namazımı gılayım.''
...... Oturduğu gibi yavaş yavaş kaldırdı yayvan kalçasını Habibe Nine, o evine doğru giderken çocuklar çoktan oyunlarını kurmuşlardı bile.
"tarhana tartar
boğazımı yırtar
gel goca ahmet (mehmet, ali,hasan vs)
....................................Newbahar..................................

GECE KELEBEĞİM...


Bazı akşamlar gelirdin,
Karanlığın içinden duyduğum ayak seslerin,
Gözlerimin baktığı,
Baktıkça görecekmiş sandığım!
Uzansam, tutuverecektim!
Gece kelebeğim.

Bazen olur gelmezdin...
Gözlerimin baktığı kör noktalarda hayalin,
Yüreğimin köşesine sığınan hasretin,
Düşledikçe döneceksin sandığım!
Gelsen, sarıverecektim
Gece kelebeğim.

Bazı bazı uzaklardan geçerdin...
Yol bu belli olmaz, şaşar bana düşer bedenin,
Boynuma boynuma çalan ılık nefesin...
Dokundukça öleceksin sandığım!
Öpsen, geberecektim
Gece kelebeğim.

4 Aralık 2009 Cuma

UMUDA DALSAM...



Son yaprak daldan düşmeden!
Yerlerde ki binlerce sarı, kahverengi yapraktan
biri olsam!
Savrulsam, savruldukça kaybolsam!
Hiç olmadı, öylece dursam.
Güneşe kaldırsam başımı, gözlerimi kırpıştırsam,
Işık hüzmelerinden bir hüzme olsam,
Olsamda yokolsam!
Ilık sonbahar esintisinde ben olsam.
Avuç avuç kucaklasam yorgun yaprakları,
Savursam...
Onlar savruldukça ben dağılsam!
Dağıldıkça çocuk olsam, oynasam.
Babamın testereyle raksına dalsam,
Odun kokusuna hayran kalsam
Tüm odunlar ben olsam!
Ama hep babamın elinden tutsam.
Ilık sonbahar esintisinde hayale dalsam...
Hayallerimde yapraklar ve sen olsan,
Son yaprak daldan düşmeden
Bana dönsen, bana gelsen
Ölesiye bende kalsan.

Newbahar